Çeyrek asır geçmiş Marmara depreminin üzerinden. Daha sonraki depremlerde yaşanan yıkımlar ve ölümler, üzülmekten ve feryad etmekten başka hiçbir şey yapmadığımızı gösterdi. Haksızlık etmeyelim bazı sıkıntı ve tehlikeler farkedilmiş ki 99 depremi öncesi çıkarılan 1998 Deprem Yönetmenliği ile başlayan, deprem sonrası 595 sayılı KHK ile devam eden süreçten bugüne yapı üretim ve denetim kalitesinde bir hayli yol alındı. Eksikler, düzeltilmesi gereken noktalar hala çok. Ama en azından 30 yıl öncesinden daha ilerideyiz. Peki 99 depreminden önce Türkiye’de inşaat faaliyetleri nasıldı?
Ülkemizde sanayileşmenin etkisiyle, ekmek parası peşine düşenlerin yarattığı 60-70 li yıllarda yaşanan göç dalgasının ilk olumsuz etkisi gecekondulaşma oldu. Ardından yoğunlaşan bu nüfusu barındırma adına çok hızlı bir şekilde konut üretimine girişildi.
Kaynak: (Kırklareli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (e-ISSN : 2602-4314) ? Haziran-2020 ? 4(1) Araştırma Makalesi / Research Article. TÜRKİYE’DE KONUT ÜRETİM ÖZELLİKLERİNİN 1964-2019 ARASINDA UZUN DÖNEMLİ DÖNÜŞÜMÜ/ Murat Çiftçi)
Yukarıdaki tabloda 1980 sonrası konut üretiminin nasıl dikey bir şekilde yükseldiğini görüyoruz. Mesele de burada başlıyor. Bu konutlar nasıl üretildi? Bende bir inşaat mühendisiyim ve konuya dair bir çok meslektaş büyüğümle o dönemdeki koşulları konuşma fırsatım oldu. Bilgilerimin bir kısmını sizlerle paylaşarak günümüz depremlerinde yıkımların neden bu kadar fazla olduğunun anlaşılmasına çalışacağım.
***
Öncelikle bana göre en temel faktör, etkin bir denetim mekanizmasının hayata geçirilmemiş olması. Şantiye şefliği yok, zayıf bir fenni mesulluk kurumu var ancak etkin değil.
Denetim bilinci, yapının hem projelendirme hem de imalat tarafında daha olgunlaşmadığından tamamen “vijdan” esaslı bir yapı üretim süreci var. Yani yapının yönetmeliklere ve projeye uygunluğu tamamen insafa kalmış. Projecilerin de şantiyeye girme yetkisi yok! Müteahhit hayır dese şantiyeye giremiyor. Bilirkişi raporlarına bakıldığında da bu durum göze çarpıyor. O dönem yapılan yapılar 1975 Yönetmeliğine göre projelendirilmişti. Ancak görüldü ki projeler yönetmeliğe uygun, ancak yerindeki imalatlarla projeler arasında uyumsuzluklar var.
Günümüz teknolojik gelişmelerinden de yoksun bir inşaat sektöründen bahsediyoruz. Projeler el hesabı ile çözülürken, bugün hesapları saniyeler içinde çok daha hassas çözebilen programlar var. Hazır beton 1985 e kadar yok, yaygınlaşması ve zorunlu olması 2000 li yılları buluyor. Elle yada betonyerle karılarak hazırlanan betonun dayanımı aynı yapı içinde bile farklılık göstermesine hatta hesap dayanımalarının bile sağlanamamasına neden olabiliyor.
Yapılarda deprem kuvvetlerini demir ve beton birlikte karşılar. Nervürlü demir, betonla demirin aderansını arttırarak demirin beton içinden sıyrılmasını önler, taşıyıcı elemanların deprem kuvvetleri etkisi altında hasar görmeden dayanmasına sağlar ve ancak 1998 yönetmeliğinden sonra zorunlu hale geldi.
Beton ve demirin inşaatlarda bugünkü şekliyle kullanımı ancak 1998 Yönetmeliği ile zorunlu oldu. Daha ötesi kullanılan betonun veya demirin istenilen dayanımları sağlayıp sağlamadığını test edecek laboratuarlar yeterli değildi. Kaldı ki bunları teste tabi tutmak yine 98 yönetmeliğinden önce zorunluda değildi. Üstelik bu malzemelerin üretilirken standartlara uyup uyumadığını gösteren bir kalite kontrol sistemi de ortada yok. Hatta İzmir’de o yıllarda inşaat yapanların anlatımına göre çimentoların Romanya’dan Alsancak Limanı’na geldiğini, sadece gümrük işlemlerinden geçtikten sonra hiçbir kalite kontrolden geçmeden şantiyelere firmalar tarafından dağıtıldığını anlatırlar. Bu çimentonun üzerinde yazılı dayanımları gerçekten sağladığına kim bakıyor? Bugün inşaat demiri üretiminde hurda demir kullanmak yasak, ancak o dönem bu demirlerin etriye için kıvrılırken bile kırılacak kadar kalitesiz olduğunu görenler var. İşte bunları denetleyecek hiçbir unsur o dönem yok.
Bir yapıdaki taşıyıcı elemanların boyutlandırılmasını ve en başta zeminde bir iyileştirmeye gerek olup olmadığını gösterecek olan zemin etüdü yine 1998 yönetmeliğinden sonra zorunlu oldu. Ve bunun ne kadar önemli olduğunu 6 Şubat depremlerinde ne yazık ki çok acı şekilde test ettik.
İşte böyle bir sektör ortamında üretilen yapıları tartışıyoruz. İçlerinde mutlaka iyi yapılanlarda vardır onları tenzih ediyoruz. Ancak sorun zaten bunun kişinin vijdanına bırakılması. Günümüz şartlarından son derece uzak olarak üretilen, ancak bugün deprem bile olmadan durduk yere çökebilen bu binaların tüm sorumluluğunu bir meslek grubuna yüklemek adaletli değil diye düşünüyorum. Ben bunu şöyle örnek vermeye çalışıyorum; örneğin 30 yıl önce tedavisi mümkün olmayan ya da tıp teknolojisi daha gelişmediği için tedavi olamayarak ölen bir hasta için bugün bir doktora dava açılabilir mi? Elbette hayır. Kasıtlı bir hatası, yanlışı olan kim olursa olsun tabii ki cezalandırılmalı. Ancak depremi bekleyip yıkılan her binaya birer suçlu aramak yerine bu binaların ne halde olduğunu biliyorsak, gerekli düzenlemeleri en hızlı şekilde hayata geçirerek nüfus yoğun bölgelerden başlayacak şekilde Kentsel Dönüşüm’ün önü açılmalıdır.
Depremin 25. yılında hayatlarını kaybedenleri saygı ve rahmetle yad ediyorum.