GÜNCEL POLİTİKA YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ SPOR MAGAZİN RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Haldun Yerlikaya
YAZARLAR
14 Eylül 2019 Cumartesi

O HALDE BEN ANLATAYIM!..

Kitap okumayı sever misiniz? 

 

 O' sever...  Hem de çok!

Öyle ki, O'nu tanıyıp okuması için bir kitap önermek isteseniz okumadığı bir şey bulmakta zorlanır,sonunda da utanıp vazgeçersiniz.. Tabii küçük bir ayrıntı olsa da bu dediğim sadece utanma duygusu olanlar için geçerli.

Anlatalım!..

Derler ya '13 uğursuzdur', sanırım bunun tam bir hurafe olduğunu artık iyice anladım.

13 benim için uğursuz değil aksine hayatımın en 'Uğurlu' rakamlarından biri.

Söylemeliyim ki,yaşamımda icabetinden onur duyacağım en değerli daveti alalı daha 3 gün olmuş, heyecanımı henüz üzerimden atamamıştım.

Bundan 97 yıl önce o 'YÜCE ADAM ve ŞEREFLİ ASKERLERİ' olmasa belki de şimdilerde işletmecisinin adının Niko veya Catarina olabileceği şirin bir Kordonboyu balıkçısının önünden daha önce yüzlerce kez geçmeme rağmen bir gün orada gözlerinden Atatürk fışkıran birisi ile oturacağımı,anlattıkları şöyle dursun dinleyişinden bile dersler çıkaracağımı ve tüm bunları bir Eylül ayının hem de 13'ünde yaşayacağımı nereden bilebilirdim?..

                                                                       *     * *

Evet gözlerinden.. Gözlerinden fışkırıyordu!..

Tıpkı bir yiğidin sevdiğini anamayışı,gönlünü ulu orta açamayışı gibi özel bir imtina göstermiyor, onu her cümlede kullanmayı yeğlemiyor ama sen her kelimesinde onu hissedebiliyorsun. İşte o zaman anlıyorsun ki, bu öyle bir sevmek falan değil, bu kocaman 'Bir aşk hikayesi'...

                                                                        *     * *

Sevenleri,yanına gelenler,hatıra fotoğrafı çektirip kitap imzalatmak isteyenler, birkaç kelime de olsa arada bir hoparlör olmadan çıplak sesini duymak, ekrandan tanıdıkları o gözlerin kendisini görmesini, kalplerindeki Atatürk aşkının O'nun tarafından hissedilişini ve bu arada ona asla yalnız olmadığını hissettirmek isteyenler çoktu. Kimseyi kırmıyor,yaş ayırmaksızın herkes için ayağa kalkıyor,söylenenleri sabırla ve kesmeden dinliyor,iyi dilek ve umutlarını aşılayıp büyük bir centilmenlikle uğurladıktan sonra konuşmamın kaldığım yerini bana hatırlatıp,özür dileyerek devam etmemi rica ediyordu..

Açıkçası bu güçlü bir hafıza,kuvvetli bir ahlak ve çok yüksek bir disiplin gerektiriyordu.

Çok ama çok etkileyiciydi..

Nasıl bilebilirdim ki bunun şöhretin bir tesadüf olamayacağına beni inandıracak zincirin sadece küçük bir halkası olduğunu?

'Yoldan geldiniz açsınızdır,hemen bir şeyler söyleyelim çocuklar, hem biraz atıştırır hem de sohbet ederiz' dediğinde zaten sevinçle dolu olan midemizde yiyecek bir şeyler için yer yoktu..

Çay!

Evet evet çay.

Belki daha sonra bir şeyler atıştırırız.

Belki...

Oysa birlikte geldiğimiz arkadaşımla buluştuğumuz sabah saatlerinden beri 'Ne yesek, sen aç mısın ben çok açım' sohbetleri aramızda dönüp durmasına rağmen -heyecandan olsa gerek- bir simit ve çaydan başka hiçbir şey henüz midemize girebilmeyi başaramamıştı. Ve bir de ciğerlerimize memleket derdi gibi sirayet eden,bir türlü kurtulamadığımız o lanet olası illet,sigara dumanı!

İçmeyin çocuklar şunu dedi,içmeyin.

Sigaraya başladığım ilk yıllar geldi aklıma birden.

Almanya'da çalışan babamla Türkiye'ye izne gelirken yanında içmediğim için canım sigara istediği zamanlarda eski Yugoslavya'nın otoban parklarında verdirdiğim mecburi molaları hatırladım birden. Kendimi o günlerdeki kadar genç, dinamik ve baba yanı kadar güvende hissettmiştim kimse fark etmeden dalıp gittiğim anlarda.

İkinci,üçüncü çaylar da içilmiş aklımıza bir şey yemek gelmemişti bile..

Sadece arada nazik bir ses; 'Çocuklar siz hala acıkmadınız mı?' diye soruyor, duyuyor, fakat cevap dahi veremeden ya konuşmaya ya da dinlemeye devam ediyordum..

Düne kadar ekranda dahi olsa dinleyebilmek adına koca bir ülkenin tüm sokaklarının boşalmasına neden olan kişinin söylediklerini hafızama nakşetmek yerine yemek yemek zaman kaybından öte bir şey olamazdı..

Artık 2 saati geçmişti sohbetimiz.

-Çocuklar ben fazla yemek yemem,bu benim hem öğle hem akşam yemeğim olacak,haydi artık bir şeyler söyleyelim..

Belli ki mekan sahibi dahil tüm çalışanların ona karşılıksız,çok özel bir sevgi ve saygısı vardı.

Yıllarca turizmle uğraştığım için hem isteyerek hem mecburen çok yerler gezdim. Ne yanımda çalışan ne de gittiğim herhangi bir restorandaki  garsonun elindeki en taze,en leziz yiyecekleri bu kadar içten ve hizmet arzusunu belli ederek sıraladığını görmedim. Ne verirse versin,belli ki güvenerek yenebilirdi.

-Palamut sever misin Haldun? Şimdi mevsimi..

-Severim Abi. Salatanıza zeytinyağı ilave edeyim mi?

-Et tabii.. Çok faydalıdır,sen de et.

Gerçek ihtişamın mütevazılıkta saklı olduğunu Cemal dedemden,huzuru ise anneannem Nevhayal Hanım'dan daha çocuk yaşta yaşayarak öğrenmiştim. Fakat bunun gerçekliğinin en doğru sonuca ulaştıran testinden rahatlıkla diyebilirim ki bu masada geçtim.

Cemal Dedem.. Kemalpaşa Dağları'nın efsanesi,Yunan ve işbirlikçilerinin korkulu rüyası,kuvayi milliyeci çetebaşı Sessiz Hasan'ın oğlu: 'Nasıl kazanıldığından emin olmadığın parayla kurulan sofraya sakın oturma' demişti küçüklüğümde..

Hayırsever(!) bir iş adamının dağıttığı tavuk,pilav,salata ve çorbanın tadını bilen birisi olarak masamdaki nimetlerin anamın ak sütü gibi helal olup olmadığını anlayabilecek tecrübeye çoktan sahibim artık..

Ne kadar lezzetli, sindirimi neden bu kadar kolay oluyor helal parayla kazanılmış her bir lokma. Adeta yok gibi,hayret verici! Tıpkı küçüklüğümde hasta taklidi yapıp dedemin numara yaptığımı bilmesine rağmen üşenmeden yağmurda çamurda çarşıya kadar yürüyüp benim için getirdiği meyvelerdeki huzur ve lezzet o masada hemen önümde duruyordu.

13 Eylül..

O'nu tanıdığım,karşısında oturduğum gün..

Ve mis gibi Atatürk kokan memleketim İzmir'in bir öğleden sonrası daha bitmişti.

Artık Karşıyaka'ya doğru baktığımda ufuk çizgisine değerek Ege'nin karanlık sularına gömüldüğü hissi veren o alışıldık sarı sonbahar güneşi,vuslata dair her şeyi tüm hüznüyle kızıla boyamış,yaşam boyu unutulmayacak eşsiz güzellikteki anıları ayrılık ve hasrete teslim etme mecburiyetini sessizce hatırlatmıştı sanki hepimize..

Bir insanın yaşamı boyunca inandığı doğrulardan vazgeçmeyip ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kaldığında kimin kuyruğuna bastığının nasıl da önemi olmadan,hiç kimseden korkmadan, çevresinde onlarca koruma olmadan,matruşkanın en küçük parçasıymışcasına gizlenmeden,onurla,huzurla,gururla,yarım asır,hem de sahnenin tam ortasında nasıl da dimdik yaşayabildiğini öğrendiğim gündür 13 Eylül..

Kim demiş 13 uğursuz? 

Kim demiş rüyalar gerçek olmaz diye?

Hepsi uydurma,hepsi hikaye!..

Haydi yine yaz,oku diyenler de okusun diye.

Sana saygı, sana sevgi, sana minnetle Ey Koca Usta!

Ol sağlıcakla masmavi ve umut dolu yarınlarda da yanımızda..